"Vehhâbîlerin yanlış inanışları ve Ehl-i Sünnet’in onlara cevapları:
1. Tevhid/Şirk
Vehhâbî: Tevhîd üçe ayrılır: 1. İlâh’ın isim ve sıfatlarında tevhîd, 2. Rablıkta tevhîd (Tevhîdü'r-Rubûbiyyet), 3. Tevhîdü'l-Ulûhiyyet. Bu üçüncü tevhid’e göre Allah’tan başkasından – Resûl, Melek ve Veli olsa dahi - yardım isteyen bir kişi, şirk koşmuş ve kâfir olmuştur (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: İddia, tamamen yanlıştır. Mü’minler, dua ve niyazda “ulûhiyyet”in ancak Allah’a ait olduğu inancıyla istekte bulunmaktadırlar. Her şeyi yaratan, besleyen, büyüten sonsuz kudret sahibi elbette kâdir-i mutlak Allahü teâlâ’dır. O’ndan başka yaratıcı yoktur. Fakat yüce Allah, dünyada madde/fizikî âlemde bile, bir şeyi – sebepsiz yaratmaya kâdir olduğu hâlde – sebeple var etmektedir. Bu, O’nun kanunudur. Bitkinin büyüyüp gelişmesi için suyu; yağmurda bulutu; ilim tahsilinde hocayı; çocuk sahibi olmada evliliği sebep/vasıta/aracı kılmıştır.
Ancak bunları, dilediğinde sebepsiz/vasıtasız da yaratmıştır. Başta Âdem aleyhisselâm olmak üzere peygamberlerini – dünya ölçülerine göre - tahsil görmeden dilediği konu ve alanlarda bilgili ve maharetli kılmıştır. Hazret-i Âdem’i anasız babasız ve Hazret-i İsa’yı babasız yaratmıştır.
Dinî/Manevî âlemde de çeşitli vesile, vasıta ve aracılar vardır. İman ve Hidayet’te, peygamber, kitap ve âlim/veli; küfür ve dalâlette ise, şeytan, nefis ve kötü arkadaş, önde gelen sebep ve vasıtalar arasında bulunmaktadır. İşte bu konuda bütün maharet, insanın irade ve aklını doğru kullanarak imana kavuşmasına bağlıdır.
Ehl-i Sünnet Müslümanlarının tevhîd inancı, bu çerçeveyi ortaya koyan Akâid âlimlerinin beyanına göredir. O da kısaca şöyledir:
Tevhîd, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri yönünden “bir”lenmesi, Zât ve Sıfatlarının ezelî ve ebedî olması, Sıfatlarının ayrıca var olması – fakat bunların Zât’ının ne aynı, ne de gayrı olması - O’nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması, demektir.
Vehhâbîler/Selefîler, “tevhîd”i nedense, hep gerçek tevhîd ehli Müslümanların iman ve fiillerine karşı kullanmakta, fakat Batı’nın “ibnüllah/Allah’ın oğlu” gibi küfür inanç ve eylemlerine karşı kullandıkları hiç görülmemektedir. Vesile arayınız ayetini görmezden gelmektedirler.
2. Sıfatlar/Kur’ân
Vehhâbî: Allah’ın zâtı ve sıfatları, Kur’ân-ı Kerîm'de geçtiği şekilde olduğu gibi te’vil yapılmadan - âyetler, ister muhkem, ister müteşabih olsun - zâhirlerine göre alınmalı ve manalandırılmalıdır. Te'vîl, bid’at ehlinin işidir. Bunları te'vîl ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları, hakiki sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih mânâları çıkacak diye zahiriyle mana vermekten kaçınmak, asla doğru değildir (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: Kur’ân-ı Kerim’de muhkem ve müteşâbih âyetler vardır. Muhkem âyetlerin manaları açıktır. Fakat müteşâbih âyetlerin manaları açık değildir. Buna misal olarak şu müteşâbih ifadeleri verebiliriz:
Kur’ân-ı Hakim’de yüce Allah hakkında istivâ/arş üzerinde karar kılma, nüzul/yukarıdan aşağıya inme, câe/geldi gibi fiiller ile yed/el, vech/yüz, ayn/göz gibi insanlara âit organlarla ilgili ifadeler kullanılmaktadır. Bunları te’vil etmeden sözlük anlamlarını alarak yüce Allah’a nispet etmek, Hak teâlâ’nın şeri’atte açıklanan sıfatlarına aykırı düşmektedir. Ehl-i Sünnet âlimleri bunları te’vil ederek açıklamışlardır.
Vehhâbîler, bu ifadeleri halkın algıladıkları şekilde kullandıklarından teşbih/müşebbihe ve tecsîme/mücessimeye cisimlendirmeye saplanarak küfre düşmüş olmaktadırlar.
İçtihad döneminden önceki Selef uleması ise, bu kavramları, “yüce Allah onunla ne murad etmişse, ben ona inandım” diyerek, teşbîh ve tecsîme meydan vermeyen bir tutum içinde olmuşlardır. “Teşbîh”, yaratılanlara benzetme, “tecsîm” de cisimleştirmedir.
Hâlbuki Vehhâbîlerin üstad olarak kabul ettikleri İbn Teymiyye, istiva hakkında “ben burada nasıl oturuyorsam, Allah da Arş’ı öyle istiva etmektedir” diyerek, fizikî, teşbîh ve tecsîme yol açacak şekilde bir açıklamada bulunmuştur. Böylece Ehl-i Sünnet itikadından ayrılmıştır.
3. Mecaz/Kinaye
Vehhâbî: Kur’ân’da Allah’a nisbet edilen yed, kabza, vech gibi isimler ve istivâ, “denâ ve tedellâ”, “câe” gibi fiiller hakiki anlamlarında kullanılmış olup bu kelimelere mecazi mânalar yüklenmesi ve Kur’ân’da mecazın varlığının kabul edilmesi, Allah’ın kullarıyla gerçek anlamda ilişki kuramadığı, ancak mecaz ve istiâre yoluyla kendini tanıttığı sonucunu doğurur. (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: Bu mantık, son derece yanlış ve bî-edeptir. Yüce Allah’a – hâşâ – akıl vermeye yol açmakta ve O’nu kâmil sıfatlarıyla doğru olarak idrak edememeyi sonuçlandırmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a nisbet edilen yed, kabza, vech gibi isimler ve istivâ, “denâ ve tedellâ”, “câe” gibi fiiller, sözlük/hakikî anlamlarında değil, mecazî olarak kullanılmıştır. Yüce Allah’a hakikî manalarıyla yed/el, vech/yüz, ayn/göz ve istiva/mekân nispet etmek küfürdür.
Ehl-i Sünnet âlimleri ve onlara uyan bütün Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerde mecaz ve kinayenin olduğunu kabul ederler. Yüzlerce âyet ve hadiste, mecaz ve kinayeler bulunmaktadır.
4. İman/Amel
Vehhâbî: Ameller, ibâdetler îmândandır. İbâdet yapmayanın îmânı gider. Îmân azalır ve çoğalır (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: Ameller, ibâdetler, imandan bir parça değildir. Namaz ve oruç gibi farz bir ibadeti yapmayan, haram işlemiş, günaha girmiştir. Bunların farz olduğunu inkâr etmediği müddetçe, imanı vardır, mü’mindir. Vehhâbîlerin iddia ettikleri gibi kâfir değildirler.
Peygamber aleyhisselâm zamanında bir Müslüman şarap içer ve Şeri’at’teki cezâsı verilir. Eshâb-ı Kiram’dan bazı kişiler, ona la’net okumaya kalkınca, Resûlullah “Ona la’net etmeyin! Çünki o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü seviyor.” buyurmuştur. Bu olaydan Sünnî âlimler, günâh işleyenin kâfir olmadığı, dolayısıyla amelin, imandan bir parça olamayacağı hükmünü çıkarmışlardır.
Ehl-i Sünnet’e göre iman, azalmaz ve çoğalmaz. İbadetler, imanı parlatır. Ancak bu, İmam-ı A’zam Ebû Hanife hazretlerine göredir. Bu konuda diğer Ehl-i Sünnet mezhep ve âlimleri arasında farklı ictihadlar vardır.
5. İctihad/Taklid
Vehhâbî: İctihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek, insanı dinden çıkarır. Bu durumda dört mezhebden birini taklîd eden şirk işlemiş, kâfir olmuş olur (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: İbn Abdülvehhâb, bu hükmüyle kendini tamamen ele vermektedir. Herkesin, dünya işlerinde - söz gelimi - mühendis, mimar, doktor, astronot olamayacağı gibi, aynı şekilde dinde Müctehid bir âlim olması, Kur’ân ve hadislerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bu her şeyden önce genelde insanın tabiî özelliklerine ve toplum yasalarına aykırıdır.
Demek ki, Vehhâbîler bu iddia ile İslam dinini tahrip etmeyi ve değiştirmeyi hedef almışlardır.
Çok ilginçtir ki, bu akıllara zarar veren iddia, dünyada Modernist İlahiyatçılar tarafından tam destek almıştır. Bu konuda Hayrettin Karaman şöyle der: “Her doktorasını veren bir müctehid’tir”. Ancak bu tür kişiler arasında “âyet de olsa, aklıma uymuyorsa, reddederim/Prof. Dr. Halis Aydemir”, “Mi’raç, uydurmadır/Prof. Dr. İsrafil Balcı”, “Mescid-i Aksa, Mekke’nin yakınında bir yerdedir/ Prof. Dr. Süleyman Ateş” diyen müctehidler(!) vardır.
Modernist İslamcı/İlahiyatçı olup da “Dört Mezhepten birine uyuyorum” diyen ve bunu ilân eden biri, bugüne kadar çıkmamıştır.
6. Şeriat/Tasavvuf
Vehhâbî: Tasavvuf, İslâmî olmayan bir bid’attır. Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vâsıta ve mürşidin kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur. Mutasavvife’nin mükâşefe dedikleri şey, tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisap etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır).
Ehl-i Sünnet: İddia, yanlıştan öte, tamamen bâtıl bir görüş ve itikattan ibarettir. Vehhâbîler, tasavvufun Kur’ân’ın buyurduğu zikir ve takvaya dayandığına inanmış olsalardı ve Evliya kelimesinin âyet ve hadislerde geçtiğini dikkate alsalardı, elbette böyle söylemez ve bu bozuk itikada sahip olmazlardı.
Tasavvuf kavramının kelime yapısı üzerinde durarak onu inkâra kalkmak, aslında Oryantalistlere teslim olmaktan başka bir şey değildir. Çünkü iddia onlara dayanmaktadır. “Tasavvuf ve tarikat, İslam’ın ilk devirlerinde yoktu” diyerek dışa/elbiseye bakarak, özü ve aslı inkâr etmeye benzer. Bu konuda şu hadis-i şerif’i hatırlatalım:
Şüphesiz ki, Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz; lâkin kalblerinize ve amellerinize bakar (Müslim, Birr/İyilik 10).
Tasavvuf, tarîkat, kötü huyların hepsinden kurtulmak, iyi huyların hepsine kavuşmaktır (Abdülhakîm Arvâsî Efendi).
Tasavvuf yolculuğundan maksat, ihlâs makâmına varmaktır. İhlâs makâmına kavuşabilmek için, enfüsî ve âfâkî (iç ve dış) ma’bûtlara tapınmaktan kurtulmak lâzımdır. İhlâs, İslâmiyet’in üç kısmından birisidir. Çünkü, İslâmiyet, üç kısmdır: İlm, amel ve ihlâs. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, İslâmiyet’in bir kısmı olan, ihlâsı elde etmeğe yarar (Ahmed Fârukî Serhendî, Mektûbat, I/40. mek.).
İslâmiyet’in istemediği bir Müslimânlık (İslâmiyet’i değiştirme), zındıklıktır. İslâmiyet’e yapışarak hakîkati aramak, tasavvuf’tur (Ahmed Fârukî Serhendî, Mektûbat, I/43. mek.).
7. Tevessül/İstigâse
Vehhâbî: Allah’tan başka bir varlığa yönelen bir kişi, ister ibadet olarak, isterse tevessül etmek için olsun, bu büyük bir şirktir (Kitabu’t-Tevhîd Şerhi, Abdurrahman b. Nâsır, s.29).
Kabirlerle teberrükte bulunmak, kabirdekilerle Allah’a tevessül etmek, kabir yanında namaz kılmak, kandil yakmak, bunların hepsi şirkten uzak değildir (s.89).
Kabir ehlinden istiğase/yardım istemede bulunmak, onlara dua etmek gibi dine aykırı fiilleri işlese ve bu eylemlerini ibadet değil de tevessül diye adlandırsa dahi, şirk işlemekten kurtulamaz (s.99).
Ehl-i Sünnet: Bu iddiaların hepsi, asılsızdır. Çünkü Müslümanlar, mübarek zatları vesile ederek, onların hürmetine Allah’tan istemektedirler. Kabirde bulunanlara ibadet edilmemektedir. Tek yaratıcı, Allahü teâlâ’dır. Peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler, Evliyasında görülen kerametler ve Mü’minlerdeki ferasetler, yine yüce Allah tarafından yaratılmaktadır.
Bu durumda Peygamberleri “aleyhimü’s-salâtü ve’s-selâm” ve sâlih kulları tevessül etmek, onları vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarmak İslam Şeriati’nde câizdir.
Sahîh-i Buhârî’de nakledilmektedir:
Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman, Ömer ibnu’l-Hattâb, Peygamber'in amcası Abbâs ibnu'l-Abdilmuttalib'i vesîle edinerek yağmur duası yapar ve duada: "Ey Allah’ım, bizler Peygamber'imizi vesîle edinerek Sen'den niyazda bulunurduk da, Sen bize yağmur ihsan ederdin. (Şimdi de) Peygamber'imizin amcasını vesîle edinerek Sen'den niyaz ediyoruz; bize (yine) yağmur ihsan eyle!" der idi. Râvî Enes: (Bu duanın akabinde) kendilerine yağmur ihsan olundu, demiştir (Buhârî, İstiska 3).
8. Şefâat/İstiâne
Vehhâbî: Resûlüllah ile sahâbîlerin ruhlarından ya da velîlerden dünyada şefâat beklemek şirke götüren bir davranıştır. Aynı şekilde Allah’a dua ederken isteklerin kabulü için Resûl-i Ekrem’i ve diğer bazı şahsiyetleri aracı kılma, Câhiliyye müşriklerinin putları aracı kılmasına benzediğinden şirktir. Bundan dolayı türbe ve mezar ziyaretlerinde yapılan dua ve niyazlarda ölmüş bir şahsı şefâatçı veya aracı kılma, kabrin başında namaz kılma ve dua etme şirktir (DİA, Vehhâbîlik mad.).
Ehl-i Sünnet: Bu iddialar da tamamen Şer’î delillere aykırıdır. Hazret-i Peygamber’i vesile etmek, şirk olarak nitelendirilmektedir. İstiâne, yardım istemedir. Ehl-i Sünnet âlimleri buyuruyorlar ki, Ahiret’te Hak teâlâ’nın izin verdiği başta Peygamberler olmak üzere Şehidler, Ulema, Evliya ve Salih Mü’minler, şefâat edeceklerdir."